Tanrı’nın varlığı üzerine yürütülen felsefi tartışmalarda kötülük problemi, rasyonel teizmin en çok tartışılan meselelerinden biri olmaya devam etmektedir. Bu problem, klasik teistik Tanrı anlayışında Tanrı’ya atfedilen üç temel niteliğin birlikte düşünülmesinden doğar: Tanrı her şeye gücü yeten (omnipotens), her şeyi bilen (omniscientia) ve mutlak iyi (omnibenevolentia) olarak tasavvur edilir. Eğer Tanrı bu niteliklere sahipse, kötülüğün ve acının fiilen mevcut oluşu nasıl açıklanabilir? Bu soru, yalnızca metafizik bir sorgulama değil, aynı zamanda ahlaki bir gerilimdir. Çünkü bu üç sıfatla birlikte düşünülen Tanrı anlayışı, yalnızca varlığı temellendiren bir ilke değil, aynı zamanda adalet, merhamet ve anlam beklentilerini de içinde barındırır.
Kötülük probleminin kökleri, tarihsel olarak Epikür’e kadar götürülebilir. Daha sonraları birçok farklı versiyonu oluşturulsa da formülün temeli şöyledir: Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor? O halde Tanrı her şeye kadir değildir. Gücü yetiyor ama önlemek istemiyor mu? O halde Tanrı mutlak iyi değildir. Hem gücü yetiyor hem de önlemek istiyorsa, kötülük neden hâlâ vardır? Bu formülasyon, sonraki yüzyıllarda hem felsefi hem de teolojik tartışmaların merkezinde kalmış ve farklı bağlamlarda yeniden üretilmiştir.
Kötülük genel olarak iki başlık altında ele alınır: ahlaki kötülükler ve doğal kötülükler. Ahlaki kötülük, insan iradesinden doğan kötülüklerdir: cinayet, işkence, savaş, bilinçli zulüm. Doğal kötülük ise insan iradesinden bağımsızdır: depremler, seller, salgın hastalıklar, genetik kusurlar. Özellikle doğal kötülükler, Tanrı’nın mutlak iyiliğiyle bağdaştırılması en güç olan alandır.
Kötülüğün deneyimlenme biçimi ise çoğunlukla acı üzerinden görünür hale gelir. Ancak acının kendisi de homojen değildir. Maksatlı acılar, daha yüksek bir amaca hizmet eden acılardır. Bir çocuğun iyileşmesi için enjeksiyon yapılırken hissettiği acı, kısa vadeli bir kötülüğün uzun vadeli bir iyiliğe aracılık etmesidir. Bu tür acılar, Aristoteles’in erdem etiğinde olduğu gibi “karakterin biçimlenmesi” ile veya Nietzsche’nin ifade ettiği biçimiyle “insanı güçlendiren mücadele” ile ilişkilendirilebilir. Buna karşın maksatsız acılar vardır ki hiçbir telafi ya da anlam üretmez: bilinci kapalı bir hastanın süren ıstırabı, depremde bütün ailesini kaybeden bir çocuğun yaşadığı yıkım, anlamsız kazalar sonucu ortaya çıkan trajediler. Dostoyevski’nin eserlerinde de sıkça vurguladığı bu amaçsız ıstıraplar, kötülük problemini en keskin hale getiren olgulardır.
Modern tartışmalarda kötülük problemine iki biçimde yaklaşılır: mantıksal kötülük problemi ve olumsal (kanıt temelli) kötülük problemi. Mantıksal problem, Tanrı’nın sıfatları ile kötülüğün varlığının bir arada tutarsız olduğunu savunur. Olumsal problem ise mantıksal bir çelişki olmadığını kabul etse bile, dünyadaki kötülük ve acının yoğunluğu dikkate alındığında Tanrı’nın varlığının olasılık bakımından zayıf bir hipotez olduğunu ileri sürer. Bu ayrım önemlidir; çünkü Plantinga’nın özgür irade savunusu esasen mantıksal kötülük problemine yöneliktir.
Alvin Plantinga, özgür iradenin ahlaki açıdan değerli bir dünyayı mümkün kılan asli unsur olduğunu savunur. Tanrı, özgür varlıklar yaratmayı seçtiğinde, onların kötülüğü tercih etme ihtimalini de göze almak durumundadır. Plantinga’ya göre, özgür iradenin değeri o kadar yüksektir ki, Tanrı’nın kötülüğün ortaya çıkmasına izin vermesi rasyonel açıdan çelişki oluşturmaz. Bu savunma, özellikle ahlaki kötülüklerin varlığını açıklamakta işlevseldir. Ancak doğal kötülükler karşısında yetersiz kalır. Depremler, genetik kusurlar veya hayvanların çektiği acılar insan özgürlüğünden kaynaklanmaz. Dolayısıyla Plantinga’nın savunusu mantıksal kötülük problemine cevap verse de, olumsal kötülük problemine dair ikna edici bir açıklama sunmaz.
Kötülük problemini aşmak için ileri sürülen daha spekülatif yaklaşımlardan biri çoklu evrenler teorisidir. Bu varsayım, içinde bulunduğumuz evrenin tek olası evren olmadığını, aksine sayısız hatta sonsuz evrenin mevcut olabileceğini ileri sürer. Eğer bu doğruysa, her evrenin farklı sabitlere ve farklı düzene sahip olması beklenir. Burada David Hume’un özdeşlik ilkesi hatırlanmalıdır: iki varlığı birbirinden ayırabilmemiz için en az bir farklılık bulunmalıdır. Çoklu evrenler düşüncesine uygulandığında, her evrenin farklı özellikler taşıması zorunlu hale gelir. Bu farklılıklar ahlaki düzeni de kapsayabilir: bazı evrenler kötülükten büyük ölçüde arınmış olabilirken, bazıları yoğun kötülük barındırabilir.
Bu bakış açısı, kötülüğün evrensel bir gerçeklik olarak kaçınılmaz olduğu fikrine kapı aralar. Eğer sonsuz sayıda evren varsa, bunların bir kısmında kötülük asgari düzeyde bulunabilir; fakat aynı zamanda bir kısmında da yoğunlaşacaktır. Böylece kötülük, ontolojik bir imkânsızlık değil, kozmik bir olasılık olarak anlaşılır. Ancak bu yaklaşım, bizim evrenimizdeki maksatsız acıları teolojik olarak açıklamaz. Başka evrenlerde daha az kötülük bulunması ya da hiç kötülüğün bulunmaması, bu evrendeki acıların anlamını değiştirmez.
Çoklu evrenler teorisi, kozmik seçilim hipoteziyle birleştiğinde daha farklı bir açıklama modeli sunar. Kozmik seçilim, Darwinci doğal seçilimden esinlenen bir hipotezdir. Darwin’in teorisine göre canlı türleri, rastlantısal mutasyonlar ve çevreye uyum sağlama kapasitesiyle elenir; uygun özellikler nesilden nesile aktarılır, uyumsuz özellikler ise elenir. Bu süreç, bilinçli bir tasarıma ihtiyaç duymadan karmaşık yaşam formlarını ortaya çıkarır.
Lee Smolin tarafından geliştirilen kozmik seçilim hipotezi, bu mantığı evrenlerin ölçeğine taşır. Her kara delik yeni bir evrenin doğumuna yol açabilir iddiasında bulunur. Böyle bir durumda yeni evren, ebeveyn evrenden farklı sabitlere sahip olur. Bu farklılıklar tıpkı biyolojideki mutasyonlar gibi çeşitlilik üretir. Kara delik üretme kapasitesi yüksek olan evrenler, daha fazla “torun evren” yaratır ve seçilim süreci içinde avantaj kazanır. Zamanla kara delik üretiminde başarılı evrenler çoğalırken, başarısız olanlar kaybolur.
Bu halihazırda hipotezdir ve doğası gereği spekülatif olduğu söylenebilir. Kozmik seçilim henüz gözlemsel olarak doğrulanmış bir teori değil, kozmolojide olasılıksal bir modeldir. Ancak yine de yaşam dostu evrenlerin varlığını açıklamada teleolojik açıklamalara alternatif sunar. Doğal seçilimde ölçüt hayatta kalma ve üreme başarısı iken, kozmik seçilimde ölçüt kara delik üretimidir. Her iki durumda da rastlantısallık ile zorunluluk iç içe işler. Halen bu hipotezin doğrulanması için çokça veriye ve çalışmaya ihtiyaç vardır.
Hassas ayar argümanı, evrenin yaşamı mümkün kılan fiziksel sabitlere sahip olmasının olağanüstü düşük bir ihtimal olduğunu ileri sürer. Gözlemlerimiz, yaşamın varlığı için son derece dar aralıkların gerekli olduğunu göstermektedir.
- Elektron ile proton arasındaki kütle farkı yalnızca küçük bir oranda değişseydi, atomlar ya çöker ya da parçalanırdı. Stabil madde mümkün olmazdı.
- Güçlü nükleer kuvvet %2 daha zayıf olsaydı, evren yalnızca hidrojenden ibaret kalırdı. %2 daha güçlü olsaydı, hidrojen bütünüyle helyuma dönüşürdü. Her iki durumda da yıldızlar ve kimyasal çeşitlilik oluşamazdı.
- Kozmolojik sabit mevcut değerinden yalnızca 1/10^120 oranında farklı olsaydı, evren ya çok hızlı genişleyerek galaksilerin oluşmasına izin vermezdi ya da hızla çökerdi.
Kozmologlar bu ihtimalleri 1’e karşı 10^50 ile 1’e karşı 10^120 arasında hesaplamaktadır. Bu oran, pratik olarak sıfıra yakın bir olasılıktır. Hassas ayar savunucularına göre böylesine düşük ihtimalli bir evrenin var olması, bilinçli bir tasarımın göstergesidir.
Fakat çoklu evrenler ve kozmik seçilim birlikte düşünüldüğünde, bu olasılıklar yeniden yorumlanabilir. Sonsuz sayıda evrenin bulunduğu bir modelde, yaşamı mümkün kılan sabitlerin bir evrende gerçekleşmesi kaçınılmaz hale gelir. Böylece yaşamın ortaya çıkışı teleolojik bir tasarımın zorunlu sonucu olmaktan çıkar, istatistiksel bir olasılık olarak anlaşılır.
Kozmik seçilim, kötülük problemini doğrudan çözmez. Maksatsız acılar ve doğal kötülükler, Tanrı’nın mutlak iyiliğiyle bağdaştırılmaya devam eden temel sorun olarak varlığını sürdürür. Plantinga’nın özgür irade savunusu, ahlaki kötülükler açısından tutarlı bir açıklama sunsa da, doğal kötülükleri açıklayamaz. Çoklu evrenler hipotezi, kötülüğün evrensel kaçınılmazlığına işaret etse de, bu evrendeki acıların yükünü hafifletmez.
Bununla birlikte kozmik seçilim ve çoklu evrenler birlikte düşünüldüğünde, Tanrı’nın varlığına dair en güçlü delillerden biri olan hassas ayar argümanının epistemik gücü ciddi biçimde zayıflar. Hassas ayar, Tanrı lehine olağanüstü güçlü bir gerekçe sunarken, kozmik seçilim hipotezi bu gerekçeyi istatistiksel bir çerçeveye taşır. Kısaca denilebilirki; eğer çoklu evrenler varsa ve kozmik seçilim hipotezi doğruysa hassas ayar argümanı epistemik olarak ciddi derecede zayıflamıştır.